Modern anlamdaki doğa koruma faaliyetleri başladıktan
sonra, yeryüzünün yaklaşık yüzde onu koruma altına
alınmıştır ve bu oran hızlı bir şekilde artmaktadır. Bu
modern koruma faaliyetleri, 1864 yılında Kaliforniya’da
Yosemite Vadisinin koruma altına alınması ve 1872’de
Yellowstone National Park’ın kurulması ile başlatılmıştır.
Yellowstone National Parkta, orada yaşayan yerel kabileler
ve diğer insanları yaşadıkları arazilerden çıkarmayı ve
‘insansız korumayı öngören ve daha sonra bütün dünyada
Yellowstone Modeli Koruma adı ile bilinen bir koruma modeli
oluşturulmuştur. Bu model koruma alanı içerisindeki doğal
kaynakların insanlar tarafından kullanılmamasını öngörüyordu
ve insanlar korunan alandan uzak tutulmalıydı. Bu koruma
modeli, dünya ölçeğindeki koruma faaliyetlerini yaklaşık 100
yıldan uzun bir süre, yani 1970’lere kadar
şekillendirmiştir.
Ancak
zamanla korunan alanların birçoğunda insanların yüzyıllardır
bu alanlarla iç içe yaşamakta olduğu farkedildi. Korunan
alanların kaynaklarını geleneksel olarak kullanan
insanların, bu kaynakları kullanmalarını kısıtlamak ya da
korunan alana girişlerine sınırlamalar getirmek, hem bu
insanlar için ve hem de korunan alanlar için yeni problemler
ortaya çıkarmaktadır. Buralarda yaşayan insanlar geçim
kaynaklarını kaybetmekte ve korunan alan üzerinde yasal
olmayan kullanımların yolu açılmaktadır. Hatta bazen korunan
alandan zorunlu olarak göç ettirilen insanlar, geleneksel
yaşam biçimlerini devam ettirmelerini zorlaştıran ortamlarda
güçlükle yaşamını sürdürebilmektedir. Nietschmann modern
doğa koruma programlarındaki öngörüler, hedefler, davranış
biçimleri, hatta önyargıların yerel düzeydeki kaynak
kullanıcılar tarafından bazen uygunsuz ve kabul edilemez
bulunduğunu belirtmektedir. Kemf’in ifade ettiği gibi
geleneksel koruma programları “insan ve çevresi arasındaki
geleneksel ilişkiden çoğu kere habersizdir.” Son 25-30 yılda
uluslararası doğa koruma kuruluşları, bir çok ülkedeki kamu
görevlileri, ve milli park yöneticileri, yerel kaynak
kullanıcılarının yüzyıllardır bildiği bir gerçeği fark etti:
“doğayı, koruma kategorileri, elektrikli çitler, yangın
arabaları ve silahlı muhafızlar değil, yerel düzeydeki
insanlar korur.” Bu, bütün doğa koruma kurumları tarafından
kabul edilmiştir.
Bu gerçeğin anlaşılmasından sonra Uluslararası Doğayı
Koruma Örgütü (IUCN), Ekoloji Komisyonu’nda ve Dünya
Koruma Stratejisi’nde, doğa koruma planlamalarında
kırsal kalkınmanın önemi vurgulanmıştır. Daha sonra
çevre koruma literatürü, koruma programlarının yerel
düzeydeki kullanıcıları göz ardı etmesini ve onları
koruma alanları yönetiminden dışlamasını önemli ölçüde
eleştirmeye başlamıştır. Bu literatür, doğa koruma ve
yerel düzeydeki
ihtiyaçların birlikte
düşünülmesi ve yerel düzeydeki kullanıcıların haklarının
bir şekilde koruma programlarına entegre edilmesini
önermektedir.
Bu eleştirilerden
sonra koruma programlarında yerel katılımcılığa, gelir
paylaşımına ve eko-gelişmeye önem verilmeye
başlanmıştır. Hatta eko-gelişme, bu konudaki literatürün
ve koruma faaliyetlerinin merkezinde yer almaya
başlamıştır. Brundtland Raporunun -Our Common Future
– (Ortak Geleceğimiz) yayınlanmasından sonra,
sürdürülebilir kalkınma, eko-gelişmenin yerini aldı.
Bu
yeni yaklaşımda bir taraftan geleneksel kaynak kullanma
yöntemleri teşvik edilmiş, bir yandan da milli parklara
alternatif olması için biyosfer rezervleri gibi özel
koruma kategorileri oluşturulmuştur. Sürdürülebilir
kalkınma için, koruma faaliyetlerinin katılımcı yöntemle
yapılmasının önemi vurgulanmıştır. Hatta Berkes,
katılımcı yönetimin doğa korumayı “hem
insancıllaştıracağı, hem de yerel düzeydeki ihtiyaçların
karşılanmasını ve ilgili yerel bilgi birikimi ile
geleneksel değer ve yöntemlerin, yönetim kararları
verilmesi aşamasında kullanılabileceği için önemli
olduğunu” belirtmiştir. Coğrafyacıların ve
antropologların bulguları da bu görüşleri
desteklemektedir. Çünkü onlar, geleneksel kırsal
toplumların deneme-yanılma yolu ile geliştirdikleri ve
yeni nesillere aktardıkları doğayı koruyan kaynak koruma
stratejilerinin varlığını kanıtlamışlardır.
Yerel kaynak kullanıcıların, koruma programlarına
entegre edilebilecek değerli bilgi ve görüşleri
olduğunun anlaşılmasından sonra, doğa koruma
literatürü bu bilgi ve görüşlerin koruma
programlarına nasıl entegre edilebileceği üzerinde
durmuştur. Bu bağlamda Stevens, korunan alanların
yerel ve dışarıdan gelen bilgiler ışığında, yerel
kaynak kullanıcıların koruma stratejilerini de
dikkate alarak bir pazarlık süreci sonunda ortaya
çıkan hedeflere göre planlanmasının zorunlu olduğunu
belirtmektedir. Bu konuda Ghimire ve Pimbert de şu
sonuca varmıştır:
Kırsal kesim insanlarının öncelikleri ve ihtiyaçları
endüstrileşmiş, gelişmiş devletlerin tecrübeleri ile
ortaya çıkan kavramlar ve kategorilerile anlaşılamaz
ve karşılanamaz...bu problem kamu ve özel
kuruluşlarda devam etmektedir. Çünkü bu
organizasyonlarda (kırsal kesimin ihtiyaç ve
önceliklerini anlamaya yönelik çalışmalar yapacak)
sosyolog yada antropologlar yoktur.
Koruma düşüncesinde Katılımcı Doğal Kaynak Yönetimi
(KDKY) olarak adlandırılan bu yeni yaklaşımın,
koruma ile ilgili problemleri çözmesi bekleniyordu.
Ancak zaman, bu çözümün problemsiz olmayacağını
göstermiştir. Bu yeni yaklaşımda kırsal toplumlar,
genellikle küçük, homojen sosyal yapıya sahip, ortak
değerleri ve gelenekleri olan yerleşme üniteleri
olarak kabul edildi. Ancak çok az kırsal toplum bu
özellikleri taşımaktadır. KDKY’de
belki de en önemli
noksanlık, bu modelin de modern çevre kuruluşlarında
çalışan korumacılar tarafından, tepeden inme bir
yöntem ile yapılmasıdır.
Burada kırsal kesim toplumlarının arazi kullanımı,
kaynak yönetimi ve korunması konusundaki geleneksel
yollarını, fazla romantik bir yaklaşımla ele almamak
gerekmektedir. Kırsal kesim halkının, içerisinde
yaşadığı ekosistemlere zarar vermediğini iddia etmek
elbette yanlış olacaktır. İnsanların doğayı
değiştirmeye yönelik faaliyetleri yüzyıllardır devam
etmektedir ve bazı kırsal kesim toplumları,
kaynakların aşırı kullanımı ve yanlış yönetilmesi,
ya da kaynak kullanma haklarının satışı yolu ile
çevrelerine zarar vermektedirler. Hatta Berkes,
bazen kırsal kesim halkının çevresini algılama
biçiminin pozitif bilimle çelişkili olabileceğini
belirtmekte ve ‘nasıl ki Batı Biliminin bazı
bulgularının yanlış olduğu sonradan anlaşılmaktadır,
aynı şekilde bazı geleneksel bilgilerin de doğru
olmayabileceğini’ kaydetmektedir.
Her ne kadar koruma literatürü, yukarıda anlatılan
konularda hem fikirse de, bahsedilen zorluklar
nedeni ile bunların uygulanmasında önemli problemler
yaşanmaktadır. Dünyanın her tarafında bu zorlukların
nedeni farklıdır. Yerel coğrafi farklılıklar,
zorlukların ana nedenidir. Üstelik Batı
tecrübesinden ortaya çıkmış olan koruma
düşüncelerinin, Batılı olmayan toplumlara
uygulanmasında önemli problemler yaşanmaktadır.
Mesela Nietschmann Batı tarzı koruma programlarının
geleneksel kıyı toplumlarına uygulanmasının verimli
olmadığını, hatta yıkıcı, bu yüzden de başarısız
olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle, korunan
bölgelerdeki yerel coğrafi şartların ve yaşam
biçimlerinin ayrıntılı olarak çalışılarak koruma
programlarına entegre edilmesi gerekmektedir.
Bu entegrasyonun
sağlanabilmesi için korunan alanlarda yaşayan
insanların doğal çevreleri ile uzun zaman sürecinde
geliştirdikleri ilişkilerin iyi anlaşılması
gerekmektedir. Bunun için geliştirilen kavramlardan
birisi kültürel ekolojidir. Kültürel ekoloji
herhangi bir insan toplumunun kendisini çevreleyen
habitat ile karşılıklı ilişkilerini inceler ve
kültürel coğrafyanın bir alt dalıdır. Günümüzde
artık kültürel ekoloji, biyolojik ekolojinin
tamamlayıcısı durumuna gelmiştir. Ekosistemleri
insan müdahalesi olmadan düşünmek neredeyse
imkansızdır. Kültürel ekolojik yaklaşımı önemli
kılan bir diğer husus da Türkiye’de olduğu gibi
dünyanın başka bir çok yerinde doğa koruma
faaliyetlerinin biyolojik çeşitlilik üzerine
yoğunlaşarak etik açıdan onun kadar önemli olması
gereken kültürel çeşitliliği göz ardı etmesidir. O
nedenle buralardaki doğa koruma faaliyetleri insanı
da dikkate alacak şekilde yeniden gözden
geçirilmelidir.
|